SAYACI ŞIHLI MEHMET DEDE

12 Eylül sıkıyönetim dönemine ait geçim sıkıntılarının hayatımıza işlendiği o senelerde,gidemediğim baba memleketine, özlemim iyiden iyiye büyümüştü. Ailecek geldiğimiz bu şehirde, babam ile çarşıda dolaşırken, burnuma gelen kebap kokusu içime işliyordu. Babam uzun bir aradan sonra geldiğimiz ve çocukluğunu yaşadığı bu kentin sokaklarında,elimden tutup beni tarihte yolculuğa çıkarmışcasına anlatıyordu.

-Bu gün seni benim büyükbabamın kardeşine yani benim büyük amcam Şıhlı Mehmet Dede’ye götüreceğim, o bu şehrin en ünlü sayacısı, dediğinde şaşkınlık ile yüzüne baktım, babam açıklama ihtiyacı duydu:

-Eskiden Antep’te ayakkabı bilinmez, yemeni denilen kırmızı ya da siyah deriden, topuksuz patikler giyilirmiş, benim büyükbabam bu yemenilerin yapıldığı derileri işler onları yemenicilere satarmış, babam da baba mesleğine devam etmiş,  çocukluğunda babam büyükbabama yardım edermiş,büyükbabam deri konusunda ustaymış, biraz hovarda bir adam olsa da işinde özenli bir adammış, kesilen hayvanın üzerinden derisini büyük özenle çıkarırmış, derinin en sağlam kısmı sırt bölümüdür  ve kesilen hayvanın o bölümüne her zaman ayrı bir özen gösterirmiş, babam o dönemde senin yaşlarındaymış, okul tatil olduğunda soluğu büyükbabamın yanında alırmış, her zaman babama ‘bak evlat, deriyi ispire edersen, bir halta yaramaz’ dermiş, bıçak deriyi delerse ispire denirdi, arada babamın karnına dokunup, güçlü olması gerektiğini söyler ‘züf gibi olmasın karnın’ dermiş. Bilmediğim kelimeleri duydukça meraklı bakışlarım karşısında,babam heyecanlanıyor ve anlatmaya gülümseyerek devam ediyordu,

-‘Züf’, derinin karın kısmı, en zayıf bölümüdür. Sonra deri işlenir, rugan, vidala, glase, süet, zig gibi adlar alarak yemenicilere satılırdı, bazıları da şehir dışına ayakkabıcılara satılırdı, babam çocukken, büyükbabam bir keresinde İstanbul’a gidip babama garson, halama kürtane almış, çok değişik gelmiş bizimkilere ve çok mutlu olmuşlar, garson erkek çocuk ayakkabısı, kürtanede kız çocuklarının patiklerine verilen isimdir.

       O dönemler kıtlık var, kurtuluş savaşı bitmiş, memleket kendini toparlamaya çalışırken, büyükbabamın kardeşi gazi olarak dönmüş eve, çok çalışkan bir yapısı varmış ve hemen bir iş sahibi olmak istemiş.O dönem Antep’te yeni yeni duyulmaya başlayan ayakkabıcılardan en ünlüsü olan Yasef ustanın yanında işe başlamış Şıhlı Mehmet Dede.Önce bütün aile karşı çıkmışlar Mehmet dedenin bir yahudinin yanında çalışmasına,  günler geçtikçe Mehmet dede bölgenin en ünlü sayacı ustası olarak ün yapmaya başlamış, büyükbabam en güzel derileri Mehmet dede için işlemeye başlamış.Mehmet dedenin asıl ismi Şıhlı, öyle sarılmış ki işine, hatta halk arasında Şıhlı sofrasında bile maztelya içer derlermiş, Maztelya ne diyeceksin şimdi sen, diyerek gülümsüyordu babam,  anlatmaya devam ederken kapalı çarşıya girdik,

-O dönemde kullanılan köseleler çok sert olduğu için suya yatırılır, yumuşatılırmış, işte o suya ‘maztelya’ denir. O dönem Şıhlı Mehmet dedeye çok yüksek pulatkalar teklif edilse de Mehmet dede Yasef ustasını terk etmemiş, babamı elinden çekip

-‘Pulatka’ da ne ? deyiverdim, anlattıklarının ilgimi çektiğini gördükçe, babamın keyfi artıyordu,

-‘Pulatka’; kunduracı kalfalarının transfer olurken aldıkları paraya denir, bir dönem Yasef usta hastalanmış ve işler kötüleşmiş, o dönemde Mehmet dedeye ‘sana purstanca bulamadık,bak başının çaresine’ demiş,’purstanca’; cumartesi günleri hesaptan düşmek üzere kalfalara verilen günlük ücrete denir, eğer ustası bir kalfaya ‘purstanca bulamadık’ derse işine son veriyorum anlamına gelirmiş, buna rağmen Mehmet dede işini bırakmamış.Yasef usta iyice hastalandığında yanında bir tek kızı Esna ve Mehmet dede varmış, son nefesinde kızını Mehmet dedeye emanet etmiş. Esna ile Mehmet dedenin evlilikleri de aile içinde sorun olmuş önceleri ama Mehmet dede aldırış etmemiş, ilk çocukları doğduğunda aile ve bütün Antep halkı kabullenmiş, bir Müslüman ile bir yahudinin evliliğini. O gün bu gün Mehmet dede hiç aksatmadan işine devam etmiş, babamın yüzüne şaşkınlıkla bakıyordum:

-Nasıl yani, hala çalışıyor mu Mehmet dede? Babam küçük dükkanı göstererek:

-Şimdi birlikte göreceğiz, dedi. İçeri girdiğimizde keskin koku burnumu yaktı, elindeki deri parçasına sarı renkli bir yapıştırıcıyı özenle süren, üzerindeki beyaz önlüğü grileşmiş, seksenli yaşları aşmış, sakallı bir dede  oturuyordu, gözlüğünün üzerinden bize bakıp, gülümseyerek:

-Geldin mi Hasan’ım dedi, yaşına göre gür sesi ile. Babam yaklaşıp eğildi ve iki eliyle öptü elini, ardından ben yaklaşıp, nasırlaşmış elini öpüp başıma koydum, hafifçe beni kendine çekip alnıma bir öpücük kondurdu, yanındaki tabureleri işaret edip oturmamızı  söyledi,

-Nasılsın Hasan’ım, maşallah bebende irileşmiş deyip gözlerimin içine baktı, babam:

-Öyle valla Şıhlı dedem, zaman akıp geçiyor, bebeler büyüyor dediğinde, bu kez gözlerime daha dikkatli baktı Şıhlı dede,

-maşallah , cin cücüğü gibi çığıran çocuklara benzemiyor bu delikanlı dediğinde, şaşkınlığımı gizleyemeden babama baktım,

-Çocuklar ince ve tiz sesleri ile bağırıp çağırırlar ya oynarken, seni onlardan daha olgun buldu Şıhlı Mehmet deden.

         Saygı ile dinlemeye başladım , yaşına göre oldukça dinç görünen bu gazi dede kim bilir neler yaşamıştı…

-Adın nedir senin yiğidim? Sorusuna cevap verirken, ilk kez biri bana böyle hitap ediyordu,

-Mehmet.. Gözlüklerinin üzerinden bir kez daha bana bakarak:

-Vay Mehmet’im vay, sende baban gibi işinde kocaman olursun inşallah, dediğinde babamın yüzündeki gurur ifadesi belirdi. Babam

-Aman dedem, henüz senin ustalığına erişemedik, hem şimdiki ayakkabılar makineden çıkıyor, sayasını sen yapsan başka olur. Mehmet dede gülümsedi, bana dönüp:

-Mehmet yiğit, ben Antep’ten ayrıldığımda senden üç bilemedin dört yaş büyükçeydim, savaşa gittik, dönüp Antep’e geldiğimde ne yapacağımı önce bilemedim, bizim aile dağ dayısı, tavşan amnisi, senin anlayacağın aile çok kalabalık, her kafadan bir ses çıkıyor, gazi olmuşuz da sanki ölmüşüz gibi, aman otur diyor herkes.O sıralar zubhu zeytin meydanda kaldım. Bak bak Hasan nasıl da merakla bakıyo, bizim eski deyimleri duyunca deyip kahkahayı patlattı Şıhlı dede.

-‘Zubhu zeytin meydanda kalmak’; bir başıma kalmak yani, sonra çalışmaya karar verince bir ayakkabı ustasının yanına işe başlıcam dediğimde herkes söylendi, ortalığı tahne pekmen ettim.Babam kulağıma eğilip ‘ortalığı karmakarışık ettim’ demek istiyor dediğinde, Şıhlı dede konuşmalarını tercüme eden birinin olması rahatlığında konuşmasına devam ediyor:

-O sıralar babam rahat adam, ver yiyeyim, ört yatayım, bekle canım çıkmasın mantığında, bir de anam var, acıdan karnı kurlar, başında nergis parlar.. Şıhlı dedenin soluklanmasını fırsat bilen babam kulağıma eğilip:

-fakir, karnı aç olsa da süslenmekten geri kalmaz demek istedi annesi için. Şıhlı dede anlatmaya devam ediyor:

-Aman efendim yahudinin yanında eyleşilmezmiş, koca imparatorluğu batıran zihniyet Antep’te de hüküm sürmekte anlayacağın.Annem çirtim çirtim çirtinip, pazara gider, babam,yılanı sen tut, gözüne ben bakayım yaşar giderlerdi, ama bende, dediğim buyruk bir adamım. O sıralar Yasef ustanın adı kulağa değmiş.. Dede yanındaki bir bardak sudan yudumlarken babam açıklamalarını kısık sesle yapıyor:

-annesi ‘çirtim çirtim çirtinirmiş’ ya, çok süslenip püslenmek, babasıda işin zor tarafını başkası yapsın ben keyfini süreyim zihniyetinde demek istedi. Babam susunca ben sordum:

-Yasef ustanın ‘adı kulağa değmiş’ ne demek? Babam gülümseyerek :

-ünlü.. dediğinde Şıhlı dede hem işini yapıyor, hemde konuşmasına devam ediyor:

-İşte böyle başladık bu işe atmış yıl önce, ilk zamanlar,et deyi kaptın, balcan börkü çıktı iş, zor zamanlardı… Babam tekrar kulağıma fısıldıyor:

-yani iş, ilk zamanlar beklediği gibi iyi çıkmamış, önceleri iyi kazanamamış.

 O sıra Şıhlı dede eğilip ayağıma baktı:

 -Mehmet büyümüş  Hasan’ım artık garson olmaz, ona bir merdane yapalım dedi gülümseyerek, babam bana bakarak:

 -artık çocuk ayakkabısı olmaz sana, erkek ayakkabısına ‘merdane’ , kadın ayakkabısına da ‘zende’denir.. Her duyduğum yeni kelime de geçmişe yolculuk yapar gibiyim.

 Keyifle dinliyorum .

 Vakit akşama değmek üzereydi, Şıhlı dede cebinden sarkan zinciri çekip, köstek saatine baktı:

 -Vakit epey olmuş bizim oğlanında eli kulağındadır, gelir şimdi, dediğinde, kapıda tekerlekli sandalye ile biri belirdi, babam ile sarmaş dolaş olan kişi, Şıhlı dedenin oğlu Ali amca, beni de öpüp, babasına yöneldi, önlüğünü çıkaran Şıhlı dedenin dizlerinin altından iki bacağının da olmadığını gördüğüm o an içimde hissettiğim acıyı tarif edemiyorum, Şıhlı dede alnıma bir öpücük daha kondurup:

 -Gidişmeyen yerini kaşıma Mehmet’im, sen sen ol hayattan keyif al, inşallah yüreğin kalak kalak yağ bağlasın.. ardından bakarken babam:

 -Gazi Şıhlı dedeni çok sevdin galiba, işte o gerçek bir efsanedir ve sana son sözü, her şeyi dert etme ve hayatın boyunca mutlu ol..

 Gözlerimden akan yaşlar, yüreğime değiyordu..

 

 Dr.Şahin Ünal